Teknik Bilim Araştırma Vakfı’na bizleri Türkiye’ye davet ettiği için ben de teşekkür etmek istiyorum. Türkiye’ye ziyaretimden çok memnun kaldım. Bence Türkiye’nin en büyük zenginliği insanları. Özellikle de son olan olaylar dolayısıyla barışınız ve huzurunuz için sizlere sıklıkla dua ediyoruz. Muhtemelen bu ifadeyi daha önce duymuşsunuzdur;‘Evrim konusunda Dünyanın Güneş etrafında döndüğünden daha fazla kanıt var’.Bana bir kere buna inanıp inanmadığım sorulmuştu. Cevabım ‘kelimenin doğru kullanımına göre değişir’ oldu. Yani cevap evrim kelimesiyle neyi kastettiğinize göre değişir. Konuşmam bu konuyla ilgili. Evrim genelde yanlış kullanılan bir kelimedir. Bu yanlış kullanım, bir kelimenin birden fazla anlamı olmasından kaynaklanabilir. Bu tarz bir kelime, yanlış bir savı daha savunabilir hale getirmek için gerçek anlamın saklandığı bir şekilde kullanılabilmektedir. Kelime yanlış kullanıldığında, kelimenin bir anlamını vurgulamaya çalışırken gerçekte kelime başka bir ifade içinde kullanılır. Evrim kelimesinde de bu olmaktadır. Birisi böyle bir ifadede bulunabilir, peki bu doğru olur mu? Kelimenin kullanımına göre, evrimle neyi kastettiğinize göre değişir. Bu yüzden, önümüzdeki bir kaç dakika boyunca evrim kelimesinin verdiği yanlış anlamı düzelteceğiz. Ve bu bilginin ışığında, söz konusu ifadeyi inceleyeceğiz. Evrim kelimesi genelde farklı bağlamlarda kullanılır. Aslında referans olarak beş farklı kategoride, farklı alt mekanizmalara bağımlı beş ayrı doğada gözlemlenen süreç kullanılır.
İddiaları inceleyeceğimiz bu beş kategori şunlardır: Kimyasal evrim, mikro-evrim, mikrobik evrim, türleşme, ve makro-evrim. Meslektaşım Fazale Rana, kimyasal evrim iddialarını detaylı olarak 30 dakika boyunca sizlere anlattı. Dolayısıyla bu konu üzerinde çok fazla durmayacağım ve sadece kimyasal evrim iddiasının önündeki çıkmazlardan kısaca bahsedeceğim. Fazale Rana’nın da bahsettiği gibi kimyasal evrim, cansız maddeden canlılığın oluşumu iddiasıdır. Buna bazen abiyogenez de denir. Bu inorganik bileşenlerden, biyogenik moleküllerin sentezlendiği iddiasıdır. Biyogenik moleküller hücrenin yapı taşlarıdır. Kimyasal evrim iddiası hayatın kökeninin açıklanmasında evrimci doğa bilimcilerin öne sürdüğü mekanizmadır. Ancak kimyasal evrim iddiasının önünde birçok çıkmaz vardır. Bunlardan birisi biyogenik moleküllerin birçoğunun sentezlenmesi için gerekli olan kimyasal süreçlerdir. Bu kimyasal süreçler birbirinden farklıdır. Örneğin şeker üretmeye çalışıyorsanız, yağ asidi veya DNA ve RNA ’nın kalbi olan nükleik asidi üretmek için ihtiyaç duyacağınız kimya aynı değildir. Sadece kimyaları birbirinden farklı olmakla kalmaz, aynı zamanda bu kimyasal süreçler erken dünya koşullarına uygun değildir. Üzerinde daha fazla duracağım ikinci çıkmaz RNA ve DNA yapısında bulunan şeker moleküllerinin eş-elli (homo-chilarity) olmalarıdır. Ayrıca proteinlerde bulunan amino asitlerin de eş-elli olmaları evrimciler açısından önemli bir çıkmazdır. Kiralite, bir molekülün yönünü ifade eder ve bazen molekülün "elliliği" olarak da adlandırılır. Sağ elinizi ve sol elinizi gözünüzün önüne getirdiğinizde, birbirlerinin aynadaki yansımaları gibi olduklarını göreceksiniz. İki elinizde de bir avuç içi, bir başparmak ve dört parmak olmasına rağmen, birini diğerinin üzerine birebir örtüşecek şekilde koyamazsınız, çünkü birbirlerinin aynadaki yansıması gibidirler. Bu, kiralite problemi olarak adlandırılır. DNA ve RNA ’ daki şeker moleküllerinin ve tüm proteinlerdeki amino asitlerin sadece bir yöne dönük olduğu doğrudur. Şekerler sağ elli iken, amino asitler ise sol ellidir. Ama eğer şekerleri ya da amino asitleri laboratuvar ortamında natüralist süreçlerle üretmeye çalışırsanız, sadece sol elli amino asitleri veya sadece sağ elli şekerleri elde edemezsiniz. Bunların karışımı ile karşılaşırsınız. Buna rasemik karışım denir. Ve bu oran şekerlerde %50 sol elli, %50 ise sağ ellidir. Aminoasitlerde de %50 sağ elli, %50 sol ellidir. Bu da, sterik inhibisyon ve zincir terminasyonu nedeniyle RNA ve DNA ’nın sentezlenmesini çok zor hale getirir. Fakat hücrenin içinde gerçekleşen biyolojik süreçler ise bunun tam tersidir, bu süreçlerde RNA ve DNA sentezi için yalnız sol elli amino asitler ve sağ elli şekerler üretilir. Bu, hayatın kökenini natüralist yollarla açıklamaya çalışanlar için bir sorundur. Ve bence bu, hücrenin içinde gerçekleşen süreçlerde görev yapan moleküllerin ardında bir Aklın olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla özetlemek gerekirse, tüm canlılarda yalnız sağ elli şekerler ve sol elli amino asitler bulunur. Fakat doğada sadece tek tip molekülü üretecek ya da seçecek veya kararlı bir şekilde devamlılığını sağlayacak kendi kendine oluşan bir mekanizma bilinmemektedir. Hayatın kökenini natüralist yollarla açıklamaya çalışanların karşılaştıkları üçüncü engel ise bilgi ile ilgilidir. Meslektaşım Fazale Rana, bu konu hakkında size detaylı bilgi verdi. Anlattığı gibi, DNA tüm gen ve gen regülasyonunda kullanılan moleküler bir şablondur ve RNA ’nın aracılığıyla hücre içinde üretilen tüm proteinlerin ayrıntılı modeli olarak görev yapar. DNA molekülünde saklanan bilginin çoğu zaman bir Akıllı Tasarımcı’ya işaret ettiği ifade edilir. Birçok insan buna benzer bir bilginin ancak Allah veya farklı bir ifadeyle Akıllı Tasarımcı tarafından oluşturulabileceğini ortaya koyar. Fakat hücre içinde açıklanması güç olan yalnız bilgi değildir. Doktor Rana’nın da bahsettiği gibi sistem seviyesinde de bilgi bulunmaktadır. Hücreler farklı alt sistemlerde, farklı moleküler süreçleri gerçekleştiren farklı proteinlerin yönünü nasıl belirleyebilir? Veya bunları doğru yönde yapılandıran ve birlikte son derece kompleks ve neredeyse bir orkestra gibi uyum içinde çalışmalarını sağlayan bilgi nereden gelir? Sadece DNA ’ daki bilgiyi değil, bu daha yüksek seviyede bulunan alt-sistem metabolik süreç bilgisini de açıklamak gerekir.
Belki bir örnek konuyu daha iyi anlamaya yardımcı olabilir. Sıfırdan bir araba inşa ettiğinizi düşünün. Bunun için tüm gerekli parçaların elinizde olması gerekir. Plastik, kauçuk, metal malzemeden yapılmış olan parçalar ve benzin de dahil olmak üzere, bunları nasıl üreteceğinize dair bilgiye de sahip olmalısınız. Fakat aynı zamanda sadece bilgi değil, bu parçaların üretimi için gereken mekanizmaların da var olması zorunludur. Bu demektir ki mekanizmalar için ve parçaların üretimi için bilgiye ihtiyacınız var ama yine de bu yeterli değil. Çünkü şu an elinizde sadece arabanın parçaları var. Ama hala arabaya ait bu sistemlerin hareketi üretmesi ve yanma işleminin gerçekleşmesi için birbirleriyle nasıl etkileşim içinde olacağını bilmeniz gerekir. Bu nedenle parçaları doğru şekilde birleştirmek ve sürebileceğiniz bir arabayı elde etmek için sistem seviyesinde bilgiye sahip olmanız şarttır. Ancak bu örnek bile insan hücresinin, canlı hücrenin içindeki kompleks düzeni ifade etmede çok yetersiz kalır. Daha yerinde bir benzetme yapmak istersek, insan vücudundaki hücrelerin kompleks yapısını tarif edebilmeyi, İstanbul gibi son derece karmaşık bir şehirde var olan tüm parçaların kendi içlerindeki hareketlerini, işlevlerini ve mekanizmalarını açıklamaya benzetebiliriz. Evrimci iddiaların önündeki dördüncü engel üzerinde çok durmayacağım, çünkü hayatın kökeninin erken dönemde gerçekleştiğine dair açıklamak istediğim dört konu var. Ama kısaca söz etmek gerekirse natüralist iddiaların karşısındaki dördüncü engel, dünyada yaşamın çok erken ortaya çıkmış olmasıdır. Hatta hayat, dünyanın uygunluğu meydana gelir gelmez ortaya çıkmış gibi görünmektedir. Üstelik son derece kompleks ve çeşitliliğe sahip şekilde belirmiştir. Bu da, Fazale’nin de konuşmasında değindiği ve şimdiye dek benim de anlattığım gibi, natüralist düşünceye sahip bir çok bilim insanını panspermi teorisini benimsemeye itmiştir. Panspermi hipotezi biyogenik moleküllerin ve hatta yaşamın dünyada değil, evrenin başka bir yerinde ortaya çıktığını iddia eder. Buna göre yaşam, kuyruklu yıldızlar veya göktaşları gibi doğal yollarla veya belki daha ileri türler yoluyla dünyaya taşınmıştır. Ancak panspermi hayatın kökeni için yine natüralist bir cevap sunamamaktadır. Fizik ve kimya yasaları aynı olduğu, dolayısıyla cansız maddeden canlılığın meydana gelmesinin aynı şekilde imkansız olduğu gerçeği karşısında sorunu evrende hayali başka bir bölgeye taşımaktan başka bir şey yapmaz. Sorun sadece farklı bir yere taşınmış olur. Dolayısıyla panspermi aslında hayatın kökeni sorununa bir çözüm değildir. Bu gerçekler karşısında şu sonuca ulaşırız: Dünyada yaşamın ortaya çıkışı konusunda kimyasal evrim iddiaları, bilimsel delillere bakıldığında mantıklı değildir. Sadece gördüklerimizi natüralist bir şekilde açıklamaya çalışmaktan öteye gidemez. İkinci kategori mikro evrim hakkındaki iddialardır. Mikro evrim, “DNA diziliminde meydana gelen rastgele değişimler veya mutasyonlar” anlamına gelir. Mikro evrim iddialarının mekanizması ve yapısı iki özelliğe sahiptir: Bunlar tesadüfi ve rastlantısaldır, dahası doğal seleksiyonla gerçekleşirler. Bu iki unsur, tesadüfler ve doğal seleksiyon Darwinist ve neoDarwinist evrim iddialarının temelidir. Mutasyonlar organizmanın maruz kaldığı farklı stres çeşitlerinden, örneğin UV radyasyonu, stres veya sıcaklık gibi etkilerden dolayı verilen hormon tepkileri nedeniyle ortaya çıkar. Bunun sonucunda DNA zarar görebilir, parçalanabilir. Ancak hücrenin içinde, kırılmış DNA sarmallarını tamir eden ve yeniden birleştiren tamir mekanizmaları bulunur. Mutasyonlar DNA ’ya verilen hasar yoluyla veya tamir mekanizması sonucu ortaya çıkabilirler. DNA, polimeraz proteini tarafından kopyalanırken nükleik asit diziliminde rastgele mutasyonlar meydana gelebilir. Nükleik asit dizilimini kopyalarken bazen hatalar oluşabilir. Hatalar tamir edilse de, bunların düzeltilmesi %100 kusursuz olmayabilir. Her on milyon baz çiftinde bir hata oluşabilir. Dolayısıyla mutasyonlar hasarlı veya parçalanmış DNA molekülleri, DNA tamiri veya DNA kopyalanması sırasındaki hatalardır. Esas noktaya gelirsek, evrim, “mutasyonlar tür içinde çeşitlilik meydana getirir ve çeşitlilik olduğunda, doğal süreçler üzerinden seçilim olabilir” iddiasındadır. Bu şu anlama gelir; bir organizmanın belirli bir ortamda hayatta kalmasına ve gelişip yayılmasına müsaade eden bir mutasyon varsa, o organizma, hayatta kalacak, gelişecek ve çoğalacaktır. Ancak diğer yandan, mutasyon zararlıysa, organizma ne hayatta kalacak ne de gelişip yayılacaktır. Ancak Dr. Rana’nın da belirttiği gibi şu çok açıktır: Doğal seleksiyon herhangi bir amaç gözetmez. Bu konuda kör saatçi örneğini vermişti. Doğal seleksiyon herhangi bir hedef veya nihai bir amaç doğrultusunda hareket etmez. Hangi mutasyonların bir gün farklı bir ortamda ya da daha kompleks bir organizmada işe yarayabileceğini tahmin edemeyen kör bir süreç üzerinden gerçekleşen doğadaki bir seçilimden başkası değildir. Bu Darwinizm ve neo-Darwinist teori açısından önemli bir sorundur, çünkü evrim ve mikro-evrim iddiaları herhangi bir amaca yönelik değildir. Bence evrimden ve özellikle de hücresel ve moleküler seviyede biyolojik süreçlerden bahsettiklerinde insanların karşılaştıkları en büyük ve en zor problem budur. Bu onları organizmaya kendi tasarımını gerçekleştirme amacını yüklemeye kadar götürür. Onlara göre organizma, bir şekilde o an veya geleceğe ait belirli bir hedefe doğru kendisini şekillendirebilir. Bazıları da, moleküllerin veya DNA ’nın hayatta kalma ve çoğalma iradesine sahip olduğunu öne sürerler. Bununla bağlantılı “bencil gen” ifadesini duymuş olabilirsiniz. Bu iddia gerçekte dinleyicileri etkilemek için anlatılan hayali bir hikayedir. En açık anlamı ile ise, tamamen bir saçmalık ve aldatmacadır. Sonuçta bilimsellikten tamamen uzaktır.Hatta, bilimsel mekanizmaların ve süreçlerin işleyişi ile ilgili tüm bildiklerimize de terstir. Hücreler ve organizmalar o kadar zengin bir komplekslik, beceri ve çeşitlilik ile donatılmış ki, buna benzer kompleks yapıları içeren katmanların tarifi için böyle yanlış anlatımlar yapılması düşündürücüdür. Evrim iddialarının üçüncü kategorisi ise mikrobiyal evrimdir. Mikrobiyal evrim; “Bakteriler, arkeobakteriler, tek hücreli organizmalar, maya mantarı gibi mikroorganizmaların sözde faydalı mikro evrimsel mutasyonlar ve gelişigüzel gen alışverişi yoluyla hızla çoğaldıklarını ve değişen ortama uyum sağladıklarını” iddia eder. Bakteriler ve diğer tek hücreli organizmalar üç farklı mekanizma yoluyla dış ortamdan genetik bilgi edinebilirler. Bunlardan birincisi konjugasyon olarak bilinir. Konjugasyonda, bakteri hücreleri yaklaşıp birbirleriyle temas ettiklerinde diğerlerine genetik bilgi aktarırlar. İkinci tip yatay gen transferine ya da gen bilgisi değişimine transdüksiyondenir. Transdüksiyon, vektör aracılığıyla gerçekleşir. Bakterilere bulaşan virüsler genetik bilgilerini bakterilere aktarabilirler, eğer bu ılımlı bir virüs ise bakteriyi öldürmeden içinde kalır ve bakteri virüsten aldığı yeni genetik bilgiyle çoğalmaya devam eder. Bakteri veya tek hücreli canlıların genetik bilgi alışverişi yapmak için kullandıkları üçüncü yol ise transformasyonolarak bilinir. Bakteriler öldüklerinde ya da çözündüklerinde, ortama genetik materyal salarlar. Bu sırada yakınlardaki bakteriler genetik bilgiyle temas ederler ve parçalanan bakteri hücresinden genetik bilgiyi kendilerine alabilirler ve yeni genetik bilgi edinmiş olurlar. Bu nedenle ister yatay gen iletimi ile, ister mikro evrim iddialarının öne sürdüğü mutasyonlar yolu ile olsun, genetik materyalin iletimi bir hedefe yönelik değildir, zararlı, faydalı veya etkisiz olabilir. Fakat genetik bilgi bakterinin içine alındıktan sonra hızla bakteri topluluğu içinde ve sonraki nesillerde yayılabilir. Bu tek hücreli bir organizma olması nedeniyledir. Dolayısıyla hücreye alınan genetik bilgi neslin tamamı içinde çoğalır. Bu bilgi paylaşımı yoluyla bakteri hücreleri ve tek hücreli organizmalar değişken ortamlarda yaşamlarını sürdürebilirler. Ortamda paylaşılan bu genetik bilgi sayesinde farklı organizmaların değişen ortamlara adapte olması ve ekolojik koşullara sürekli olarak optimizasyon sağlaması mümkün kılınır. Bu da bizi dördüncü kategorimiz, türleşmeyegetirmektedir. Ancak, evrim kelimesi nasıl yanlış bilgilendirme için kullanılıyorsa, buna benzer bir başkası da tür kelimesidir. Bu kelime farklı şartlarda farklı anlamlarda kullanılabilir.
Hatta bu durum özel bir isimle "tür sorunu" olarak da anılır. Tür sorunu, türlerin nasıl belirlendiği ve doğada nasıl bir işleve sahip olduklarına dair farklı yaklaşımlar olmasından kaynaklanmaktadır. Türlerin nasıl işlevlere sahip olduklarını ve kendi içlerinde nasıl tanımladıklarını belirleme çalışması tür kavramı olarak tanımlanır. Şu anda en az yirmi altı farklı, tanınan tür kavramı vardır. Bu gerçekten inanılmazdır! Fakat asıl önemli olan, insanlar tür kelimesini kullanarak konuştuklarında özellikle konu türleşme ile ilgiliyse tam olarak hangi anlamda kullandığına dikkat etmenizdir. Türleşmeherhangi bir türün coğrafi izolasyondan ötürü genetik ve fenotipik özellikleri nedeniyle görünüm ve davranış olarak farklı, yalnızca kendi içinde üreyebilen, bağımsız yepyeni bir grup oluşturmasıdır. Bu iddiaya göre, türleşme sırasında, başlangıçta tek bir tür, çeşitli ekolojik ortamlarda ve çevrenin oluşturduğu baskılar söz konusu olduğunda kendi içinde çeşitli gruplara ayrılır. Gerçekte, kısmi bir izolasyonda, organizmalar çevredeki strese ve baskılara maruz kalırlar ve bunlar organizmayı mikro düzeyde ve genetik sürüklenme seviyesinde etkiler. Burada söz konusu olan eşeyli üreme yeteneğine sahip çok hücreli canlılardır. Bu değişken stres ortamı ve çevresel baskılar bir türün fenotipini (dış görünümünü) ve davranışını etkileyebilen epigenetik (bazı genlerin açılıp kapanması) değişikliklere de sebep olabilir. Bu durumda o zamana dek genlerde saklı duran bir bilgi açığa çıkarken, canlının dış görünümünde değişiklik gözlemlenebilmektedir. Her bir ekolojik ortam kendi yapısına uygun belirli bir türü şekillendirir ve destekler. Darwin, Galapagos Adalarında farklı ispinozları gözlemlerken türleştiklerini iddia etmiştir. 15 veya 16 farklı ispinoz türü tanımlamıştır ve bunların tamamı gagalarının boyutu, genişliği ve kalınlığına göre farklı özellikler göstermektedir. Ne var ki kısa süre önce yapılan araştırmalar, gaga morfolojisinin veya gaganın şeklinin inişli çıkışlı farklılıklar sergilediğini, fakat bunların yeni bir türe ve önceden var olmayan bir yapıya doğru ilerleme göstermediğini ortaya koymuştur. Bugün anlaşılmıştır ki, nemli ortamlarda ispinozların gagaları ince ve dardı, kuru ortamlarda ise gagalar genişliyor ve kalınlaşıyordu. Bu da bize farklılıkların değişken çevre şartlarına uyum gösteren fenotip esnekliğinden kaynaklandığını göstermektedir. Diğer bir deyişle, bunun tek yönlü bir değişim veya tamamen yeni bir türe doğru bir ilerleme olmadığı açıktır. Bu salınımlı bir değişimdir ve canlının bir taksonomi seviyesinden, bir başkasına doğru dev bir sıçrama yapmasına izin vermez. Darwin'in tüm ispinozları hep ispinoz olarak kalmıştır. Evrimciler ayrı kıtalarda ya da ortamlarda yaşamak durumunda kalan canlıların farklı birer türe dönüştüklerini öne sürerler. Halbuki farklı bölgelerde ortaya çıkan farklı özelliklerdeki canlılar popülasyon farklılıklarından yani aynı tür içindeki çeşitlenmeden başka bir şey değildir. O bölgede çiftleşmek zorunda kalan canlıların genetik kombinasyonu, o türü belirleyen genetik sınırlar dahilinde kalırken, genlerindeki bazı saklı özellikler ön plana çıkmaktadır. Yoksa yepyeni bir tür oluşumu söz konusu değildir. Aynı konu, bir ada ortamında farklı coğrafi bölgelerde izole durumda olan salyangozları inceleyen evrimci biyolog Stephen Jay Gould için de geçerlidir. O ve diğer araştırmacılar kendi bulundukları ekolojik ortama en uygun şekilde yaşayan biyolojik çeşitliliğe sahip salyangoz türlerini tarif ediyorlardı. Fakat bunların hepsi yine salyangozdu. Herhangi bir şekilde salyangozlar içinde adaptasyon nedeniyle bir çeşitlilik görülmüyordu. Daha yakın bir zamanda coğrafi, fenotip ve davranışsal olarak farklı özellik gösteren Kızıl ve Doğu Kanada kurtları genetik seviyede incelendi. Bu canlılar ABD ve Kanada’da soyu tükenmekte olan türler olarak koruma altında tutuluyor. Fakat yakın tarihli genom seviyesinde yapılan analizlerde bu ‘farklı’ türlerin gerçekte kır kurtları ve boz kurtların genetik melezleri olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bu yeni veriler bunların evrimciler tarafından “soyu tükenmiş canlılar statüsünde sınıflandırılmasını” ve koruma altında tutulmalarını tehdit etmekte ve evrimin türleşme sorununu belirginleştirmektedir. Seçici çiftleşmenin çok sayıda köpek cinsi ortaya çıkarması gibi, kurt ve kır kurdu gibi canlılar da zaman içinde çeşitli varyasyonlar sonucu çeşitlenmiş olabilir. Popülasyonlar bu nedenle çeşitli coğrafi ve davranış kısıtlamaları ile izole olmak durumunda kalırlar, fakat söz konusu çeşitli “türler” izole değillerdir. Dolayısıyla yakın zamanda gerçekleştirilen bu çalışmalar ekolojik bir ağ içinde türlerin birbirleriyle bağlantılı olduklarını gösterir. Fakat tüm bu örnekler makalelerde ifade edildiği gibi makro evrim iddialarını desteklemez, belirli bir türün farklı bir cinse veya farklı bir taksonomi sınıflandırmasına dönüşmesi söz konusu değildir. Kuzey Amerika’daki köpekgiller üzerinde yapılan araştırmada görüldüğü gibi türleri kurtlar, kır kurtları veya çakallar gibi farklı şekillerde isimlendirseniz bile bu bir türün başka bir türe dönüştüğü anlamına gelmez. İspinozlar ispinoz olarak, salyangozlar salyangoz olarak kalırlar, bitkiler, sinekler ve yaban arıları birbirlerine uyum içinde yaşarlar fakat her zaman bitki, sinek ve yaban arısı olarak kalmaya devam ederler.
Son olarak insanlık açısından türleşme konusunu ele alacak olursa, biz Hıristiyanlar olarak ilk insan Adem ve Havva’dan geldiğimize inanıyoruz. Tevrat’a göre de Allah’ın onları Kendi suretinde kadın ve erkek olarak yarattığını biliyoruz. Mitokondriyal Havva ve Y kromozomu Ademi için yüz 150 bin yıllık bir geçmiş tespit eden bilimsel tarihlendirme verilerine göre de, günümüzde insan nüfusunda gözlenen ırkların tamamı bu süre zarfında çeşitlenme nedeniyle meydana gelmiştir. Başlıca ırklar ve etnik kökenler arasındaki farklılıkları düşünün. Avustralya’daki bazı ada gruplarında yaşayan insanlar ile, Asya veya Ortadoğu insanlarını ya da Avrupalıları veya Kızılderilileri karşılaştırın veya bir cüceyi, fazlasıyla uzun bir insan ile kıyaslayın. İnsanlığın sahip olduğu çeşitlilik her ne olursa olsun, hepimiz insanız. Hepimiz aynı tür içinde kalan farklı insan ırklarıyız. Son kategori ise makro-evrim iddialarıyla ilgilidir. Burada çok dikkatli olmanız gerekir çünkü anlam çarpıtmasının en fazla yapıldığı alan budur. Makro evrim iddiaları canlılığın tarihini, canlıların vücut yapılarını ve kompleksliğini doğal seleksiyon baskısı altında canlıların genetik bilgilerinde meydana gelen kontrolsüz değişimlerle hedefsiz ve rastlantısal modifikasyonlar yoluyla meydana gelen bir dizi doğal süreçle açıklamaya çalışır.
Makro evrimin hedefine ulaşmak için birçok farklı mekanizma içerdiğini iddia ederler. Bunlardan biri genom duplikasyonu (ikizleşme) olarak bilinen zaten elinizde mevcut olan genlerin sadece fazla kopyalarının olmasıdır, bunun sonucunda kullanabileceğiniz iki kat daha fazla genetik materyaliniz olmuş olur. Bu süreç yepyeni bir genetik bilgi sağlamaz, sadece aynı bilgiden ibaret olan daha fazla DNA miktarına sahip olursunuz. Günümüzde insan hücrelerinde gerçekleşen genom duplikasyonunun (ikizleşmesinin) çoğunlukla kanserle ilişkili olduğu gözlenmiştir. Bu demektir ki buna benzer genetik artışlar aslında canlı için zararlıdır. Benzer şekilde DNA ’nın belirli bölümlerindeki genler translokasyon veya gen kaydırma nedeniyle kromozomda yeni konumlara taşınabilir veya kopyalanabilir. Bu tür mekanizmalar sonucunda DNA üzerindeki, genomdaki bilgi yer değişikliğine uğrayabilir, DNA ’nın bazı kısımları kopyalanırken orijinal yeri kaydırılabilir fakat bu yeni bir DNA oluşturmak anlamına gelmez. Günümüzde yapılan gözlemler, bu iki mekanizmanın da insanlarda çeşitli hastalıklarla bağlantılı olduğunu göstermiştir. Yatay gen transferi her ne kadar virüsle bağlantılı mekanizmalarla meydana gelse de, tek hücreli organizmalardaki örneklerle hiçbir benzerlik göstermez. Yatay gen transferinin insan nüfusunda yerleşik olması için kesinlikle kalıtım hücrelerinde, daha doğrusu kadının yumurtasında veya erkeğin sperminde meydana gelmesi gerekir. Bu çeşitliliği açıklamak için yan işlev veya simbiyogenez gibi mekanizmalar iddia olarak ortaya atılsa da, bunların her biri kendi içinde engelleri aşamazlar. Günümüzde bu mekanizmalar yoluyla yeni canlıların oluştuğuna rastlanmamıştır, buna ait herhangi bir delil yoktur. Burada yapılmaya çalışılan canlılığın tarihini doğada geniş ölçekli değişikliklerle açıklamak için bazı kompleks simbiyotik ilişki içindeki canlılardan yola çıkarak baştan savma hayali tahminlerde bulunmaktır. Makro evrim iddiaları çerçevesinde çok sayıda mekanizmadan söz edilse de bunlardan hiçbiri akılcı ve mantıksal bir tanım ortaya koyamamıştır. Gerçek anlamda yeni bir canlı türünün üretilmesi için hiçbir güvenilir mekanizma ya da açıklama bulunmamaktadır. Kambriyen Patlaması olarak tanımlanan, bundan yaklaşık 540 milyon yıl önce canlı filumları ve bunlara ait fosillerin aniden ortaya çıkışı gerçeği ile ilgili hiçbir evrimci açıklama yapılamamıştır. Şimdiye kadar fosil kayıtlarında hiçbir gerçek ara geçiş formuna rastlanmamıştır. Bir canlı türünden, kolundan, sınıfından veya cinsinden diğerine doğru Darwinist iddiaya uygun bir geçiş olduğunu gösteren hiçbir genetik delil yoktur. Bu durumda elimizdeki deliller ne gösteriyor? Kanıtlar bizim kimyasal evrim ve makro evrim iddialarını reddetmemiz gerektiğini gösteriyor. Her birimiz bilerek ya da bilmeyerek verileri kendi gerçeklik görüşümüze uygun yorumlamak isteriz. İlk açılış konuşmasında değindiğim “moleküler evrim” kelimesi yerine bu nedenle daha uygun olduğunu düşündüğüm “moleküler uyum” ve belki de “moleküler çeşitlilik” gibi ifadeler kullanılabilir. Dolayısıyla sunumun başlangıcında alıntı yaptığım cümleyi, ‘Moleküler seviyede uyumun veya çeşitliliğin gözlendiği ileri derecede kompleks ve inanılmaz derecede çeşitlilik gösteren canlılar ile ilgili Dünyanın Güneş etrafında döndüğünden daha fazla kanıt var’ sözleriyle değiştirmek daha doğru olacaktır. Bu bakış açısının yaratılışçı görüşü fazlasıyla desteklediğine inanıyorum. Allah uzun zamanlar içinde çeşitli canlı türleri yaratmış ve yarattığı canlılara hayatlarını sürdürebilmeleri için son derece zorlu ve değişken yaşam koşullarında var olabilecekleri bir yetenek vermiştir. Bu nedenle yaratılışçı görüş akla uygun ve mantıksaldır, bilimsel verilerle uyumludur; dahası dünya üzerindeki canlı çeşitliliğini ve kompleks canlıların erken dönemde ortaya çıkışını açıklar. Yaratılış aynı zamanda meslektaşım Dr. Zweerink’in bu öğleden sonra bahsedeceği gibi evrendeki hassas dengenin ve aklın tek açıklamasıdır. Hz. İsa’nın birinci yüzyılda yaşamış öğrencilerinden birinin açıkladığı gibi, “Tanrı'nın görünmeyen nitelikleri –sonsuz gücü ve Tanrılığı– dünya yaratılalı beri O'nun yaptıklarıyla anlaşılmakta, açıkça görülmektedir. Bu nedenle özürleri yoktur.”(Romalılar, 1:20) Veya Hz. Davut’un sözleriyle: "Gökler Tanrı'nın görkemini açıklamakta, gök kubbe ellerinin eserini duyurmakta. Gün güne söz söyler, gece geceye bilgi verir. Ne söz geçer orada, ne de konuşma, sesleri duyulmaz. Ama sesleri yeryüzünü dolaşır, sözleri dünyanın dört bucağına ulaşır." (Mezmurlar, 19:1-4)
Eskiden ateist olan felsefeci Anthony Flew ölümünden önce Allah’a inanmıştır. Halbuki Flew bundan önce ateizmin en ateşli savunucularından biriydi. Vefatından kısa bir süre önce düşüncelerini şöyle ifade etti: “Yaşadığımız deneyimler bize ihtiyacımız olan tüm delilleri sunuyor, herhangi bir nedenle ateist olmanın tek nedeni kasıtlı olarak ‘görmeyi’ reddetmektir.” Bunun tam aksine DNA ’nın çift sarmallı yapısını keşfedenlerden biri olan Francis Crick ise natüralist evrimci bakış açısı nedeniyle, “Biyologların sürekli olarak akıllarında tutmaları gereken gördüklerinin bir tasarımın eseri olmadığı, fakat evrimleştiği olmalıdır” diye bir açıklama getirmeye çalışmıştır. Crick’in bu taraflı yorumu yapmasının tek edeni natüralist paradigmaya ölümüne bağlı olmasıdır, bu nedenle Francis Crick DNA hakkındaki delilleri açık görüşlülükle, tarafsız olarak inceleyememektedir. Sonuç olarak Hıristiyan inancına uygun ve yaratılışı doğrulayan bir paradigma, bilim açısından Darwinist veya natüralist bir paradigmadan kesinlikle çok daha doğrudur. Çünkü Hıristiyan paradigmasına ve Allah inancını doğrulayan paradigmaya göre doğa kanunları bizim inceleyebileceğimiz bir düzeni tekrar ederler. Dünyanın nasıl var olduğunu bilebilmek için onu gözlemlemek zorundayız. Meslektaşımın açılış konuşmasında belirttiği gibi doğa Allah’ın güvenilir bir ayetidir. Kutsal metinler bizlere Allah’ın varlığının delillerini doğada gösterdiğini açıklar. Allah, bilinmeyi ister. Kutsal Kitaplar yine bizlere Hz. İsa’nın sözleriyle gerçeğe ulaşılabileceğini öğretir ki bu, tüm samimiyetimizle kalbimizle doğruları ararsak onu bulacağız demektir. Allah varlığının bilinmesini diliyor ve açık fikirli, tevazu içindeki herkese varlığının delillerini gösteriyor. Bu hakikati doğada, Kutsal Kitaplarda ve İsa Mesih’in şahsında görebiliyoruz. Bu nedenle arayanlar, her şeyin bir Yaratıcısı olduğunu görecekler. Allah’a şükürler olsun!