Dr. Jeff Zweerink'in Hayatın ve Evrenin Kökeni Adlı 1.U.Konf'da Yaptığı Konuşma - TBAV (24.08.2016 - Conrad)


Bugün burada olmak çok güzel...

Birçok kozmoloğun konuşmasını dinledim, şimdi size çok tanınmış birinden bahsedeceğim; Lawrence Krauss adındaki ateist kozmolog şu tarz mantıkdışı şeyler söylemekten hoşlanır: “Vücudunuzdaki her atom bir yıldız patlamasından geliyor. Büyük ihtimalle sol elinizdeki atomlar sağ elinizdeki atomlardan farklı bir yıldızdan geldi. Bu fizik hakkında bildiğim en şiirsel gerçek: hepimiz yıldızların tozuyuz.

Eğer yıldızlarda patlama yaşanmasaydı burada olamazdınız. Çünkü evrim için gerekli olan tüm elementler daha doğrusu karbon, azot, oksijen, demir ve diğer her şey zamanın başlangıcında yaratılmadı. Bunlar yıldızların nükleer fırınlarında yaratıldı ve vücudunuza ulaşmasının tek yolu yıldızların patlamasına bağlıydı. Dolayısıyla İsa’yı -haşa- unutun. Sizin burada olmanız için yıldızlar öldü.” (Lawrence M. Krauss, A Universe from Nothing: Why There Is Something Rather Than Nothing) Krauss’un buradaki sözleri elbette özellikle Hristiyanlar açısından saygıya uygun değil. Fakat bence onun bu ifadesi evreni ve içindeki herşeyi Allah’ın yarattığına inanan tüm dinler açısından kabul edilemez sözler. Çünkü Krauss temelde bilimin herşeyi açıklayabileceğini ve –haşabir İlah’a ihtiyaç olmadığını iddia ediyor.

Hıristiyan bir bilim adamı olarak ben farklı bir sonuca varıyorum: Evreni bilimsel olarak açıklamanın en iyi yolu Allah inancına dayalı bir dünya görüşüdür. Bu sözlerimi tekrar edeyim: İmana dayalı bir dünya görüşü evreni bilimle anlayabilmemizin en doğru yolu. Bu sonuca nasıl ulaştığımı size üç çarpıcı örnekle anlatacağım. 1900’lerin başında bilim adamlarının evren hakkındaki görüşleri üç ilkeyle tanımlanıyordu.

Birincisi evren sonsuzdu ve sonsuzdan beri var olduğuna inanıyorlardı. İkincisi evren statikti ve büyük ölçekte değişmez olduğunu düşünüyorlardı. Bu, gezegenlerin yıldızların etrafında dönmedikleri anlamına gelmiyordu. Fakat büyük ölçekte değerlendirildiğinde evrenin değişmediğini söylüyorlardı. Ve üçüncü olarak da, evrende ilerledikçe fizik kanunlarının hassas bir şekilde değiştiğine inanıyorlardı. Şimdi, 20. yüzyıldaki bilimsel gelişmelerin bu anlattığım tabloyu nasıl değiştirdiğini açıklamadan önce, onların sahip olduğu bu bilimsel bakış açısını Kutsal metinlerde anlatılanlar ile karşılaştırmak istiyorum. Kutsal Kitabın başlangıcından itibaren Allah’ın gökleri ve yeri yarattığını görüyoruz. Bize anlatılan bu tarife göre Allah evreni yoktan var etti. Yaratılış 1:1’de belirtildiği gibi, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı.”

Yarattı kelimesinin anlamı diğer bir deyişle “evreni yoktan var etti” demektir. Buradaki anlatım evrenin önceden var olduğu ve onun yeniden düzenlendiği anlamına gelmez.

Allah onu önceden yok iken, tümüyle varlık haline getirdi. Bu sözler Allah’ın Yaratıcı olduğu ve her şeyi varlık haline getiren Musavvir olduğu ile ilgili eksiksiz bir açıklamadır. Kutsal Kitabın diğer bölümlerine baktığınızda özellikle Yeşaya peygamber de bu gerçekten bahseder: “Her şeyi yaratan, gökleri yalnız başına geren, yeryüzünü tek başına seren Rab Benim.”(Yeşaya 44:24) Bu anlatım sadece Allah’ın her şeyin Yaratıcısı olduğunu tasdik etmekle kalmıyor, aynı zamanda evrenin dinamik olduğunu görüşünü de ifade ediyor. Bu demektir ki evren geriliyor veya bir başka deyişle genişliyor. Diğer peygamberlerin sözlerinde, Yeremya peygamberin sözleriyle evrenin böyle tarif edildiğini görüyoruz: “RAB diyor ki, ‘Gece ve gündüzle bir antlaşma yapıp yerin, göğün kurallarını saptamasaydım.” (Yeremya 33:25) Ardından şöyle devam ediyor, eğer bu kurallar sabit olmasaydı, gökler ve yerin kuralları belirlenmeseydi, o zaman vaadinde durmayacağını bildiriyor. Bu sözlerle Allah’ın vaadinde durması, Yaratılışın hangi kurallara göre çalıştığına benzetiliyor.

Peygamberlerin sözleriyle ve Tevrat’ta evrenin nasıl tarif edildiğiyle o dönemin bilimsel anlayışı arasındaki büyük farkı görüyorsunuz. Bilimsel anlayış evrenin sabit olduğunu söylerken, Allah’a inanca dayanan anlayış evrenin yaratıldığını ve bir başlangıcı olduğunu öğretiyordu. Bilim evrenin sabit olduğunu ve değişmediğini söylerken, Kutsal Kitaplarda evrenin büyük ölçeklerde dinamik olduğu anlatılıyordu. Yine bilimsel görüşe göre fizik yasaları evrenin farklı yerlerinde değişiklik gösteriyordu. Fakat imanı esas alan dünya görüşü ise fizik kanunlarının sabit olduğunu, gece ve gündüzün hareketlerinin kurallarla belirlendiğini açıklıyordu. Gündüz ve gecenin nasıl gerçekleşeceğini belirleyen ve göklerdeki sabit düzeni saptayan nedir?

Bunlar elbette fizik kanunlarıdır. Bu demektir ki yirminci yüzyılın başlangıcında bilim dünyası evrenin sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini, statik, değişmez olduğunu ve değişen fizik kanunlarına tabi olduğunu söylüyordu. Oysa ki, Allah bize evrenin yoktan var edildiğini, bu evrenin dinamik ve sabit fizik kanunlarına bağlı olduğunu vahiyle bildirmişti. Şimdi yirminci yüzyıl boyunca gerçekleşen önemli keşiflerin bir kısmını inceleyelim.

1900’lerin başlarında Albert Einstein, o tarihlerde kabul gören bilimsel açıklamaları, daha doğrusu fizik kanunlarının evrenin içinde değiştiği iddialarını fark etti. Fakat, felsefi açıdan bu fikir hoşuna gitmiyordu. Bu yüzden fizik kanunlarının sabit olduğu bir evren modeli geliştirmek için çalışmalara başladı. Bunun sonucunda özel görecelik ve genel görecelik teorilerini oluşturdu.

Bu teorilerin temel özelliği fizik kanunlarının sabit olmasıydı, dolayısıyla evrende nereye hareket ederseniz edin ya da nerede bulunursanız bulunun bu kanunların değişmez olduğunu gösteriyordu. Size şunu söyleyebilirim, 20. yüzyıl boyunca bilim adamları genel görecelik teorisinin geçerli olup olmadığını anlamak için çok fazla sayıda deney yaptılar. Bu teori her seferinde bir kez daha başarıyla kanıtlandı. Bugün en sağlam ve en çok kabul gören bilimsel teorilerden biridir.

Genel görecelik teorisinin bir sonucu şuydu; teorinin formüllerini çözdüğünüzde evrenin genişleyerek veya büzüşerek dinamik olması gerektiğini gösteriyordu. Başlangıçta Einstein bu fikirden hoşlanmadı, fakat 1920’ler ve 30’larda tekrar edilen ölçümler evrenin gerçekten de genişlediğini ortaya koydu. Edwin Hubble bizim bugün galaksi dediğimiz o bulutsu yapılara, o dönemde isimlendirildiği şekliyle ada evrenlere bakarken, bu galaksilerin belirli bir düzenle hareket ettiklerini gördü. Bir galaksi ne kadar uzaktaysa bizden o kadar hızla uzaklaşıyordu. Bu da evrenin genişlediği gerçeğini açığa çıkartan net bir delildir. Dolayısıyla, genel görecelik teorisi evrenin dinamik olduğunu ve genişlediğini ortaya koydu. Bu uzaktaki galaksilerde yapılan ölçümler evrenin gerçekten de genişlediğini gösterdi.

Eğer genişliyorsa, zamanda geriye gittiğinizde bu evrenin bir başlangıç anı olduğu anlamına geliyordu. Bazı bilim adamları bir süre bu fikre direndiler ve hatta hala buna direniyorlar. Kendilerince evrenin sonsuz olduğunu ve sonsuzdan beri var olduğunu kanıtlamak için çeşitli yollar arıyorlar.

Fakat, 1960’ta kozmik mikrodalga arkaplan ışımasının  ölçülmesiyle, Stephen Hawking ve Roger Penrose gibi pek çok bilim adamı bazı çok güçlü teoriler geliştirdiler. Bu teorilere göre eğer genel görecelik doğruysa ve evrenin dinamiklerini mükemmel bir şekilde açıklıyorsa -şimdiye kadar tüm deneylerde doğrulanmıştır- bu tüm bilim adamlarının bu gerçeğe inandığını gösterir. Dahası evrende kütle varsa ki biz bunun doğru olduğunu garanti edebiliriz, bu durumda zamanda geriye gittiğinizde evrenin sınırına ulaşabilirsiniz. Diğer bir deyişle, evrenin bir başlangıcı vardır. Bundan yola çıkarak, başlangıçta Yaratılışa inanan dünya görüşünden çok farklı görünen evrenle ilgili bilimsel görüşlerin tam aksine, 20. yüzyılda gerçekleştirilen önemli bilimsel gelişmeler bizim başlangıcı olan bir evrende yaşadığımızı ortaya koydu.

Ayrıca evren sürekli genişliyor ve evren sabit fizik kanunlarına bağlı olarak işliyor. Bu üç özellik, tüm Big Bang modellerinin temel özellikleridir. Diğer bir deyişle, Allah’ın bizlere Kutsal Kitaplarda tarif ettiği evren ile bugün Yaratılışı araştırdığımızda bilimin anlattığı evren birbirine tam olarak uymaktadır.

Geçtiğimiz yıllarda bilim adamları, evrenimizin birçok evrenden sadece biri olabileceğini öne süren çoklu evren modelleri önerdiler. Bu da evrenin başlangıcı olduğu fikrine uymuyor gibi görünüyor. Aslında çoklu evren fikriyle ilk karşılaştığımda bana bu bir problem olarak görünmüştü, “evrenimizin bir başlangıcı olabilir fakat çoklu evrenler varsa bunların bir başlangıcı var mıydı” sorusuyla karşılaştım.

Çoklu evren modelinin üzerinde uzun süre araştırma yaptım ve vardığım sonuca göre genişleyen çoklu evren teorisi de yine evrenin başlangıcı olduğunu doğruluyordu. Çoklu evrenin de bir başlangıcı vardı. İlk bilimsel deliller bize evrenin Big Bang ile başladığını, genişlemeye devam ettiğini ve fizik kanunlarıyla yönetildiğini gösteriyor. Bu sonuç, Kelam isimli kozmolojik argümanı destekliyor. Bu görüşe göre ve kıyas yaptığımızda, var olmaya başlayan herhangi bir şeyin bir sebebinin olması gerekir. Evren yoktan var edilmiştir, dolayısıyla evrenin bir sebebi olması gerekir. Evrenin dışında olan bir sebep nedeniyle evren yaratılmıştır.

Bu görüş evreni Allah’ın yarattığı düşüncesiyle tam örtüşmektedir. Yaratıcı’nın varlığını gösteren ikinci bir kanıt ise, evrenin her yerinde gözlemlenen muazzam mimari ve tasarımdır. İnsanlığın hayatta kalması için neler gerektiğini düşünün. En az üç şey sayabilirim.

Öncelikle elmaslara ihtiyacınız var. Durun, şaka yapıyorum. Aslında elmasa değil, karbona ihtiyacınız var. Karbon bir gerekliliktir. İkinci olarak suya ihtiyacınız var, çünkü yaşam için gereken tüm biyokimyanın oluşmasını sağlayan sıvı sudur. Üçüncü olarak ise suyun sıvı halde bulunabileceği, aynı zamanda karbonun da yaygın olarak kullanılabileceği bir gezegene sahip olmalısınız.

Bilim adamları evrenin hayatı nasıl desteklediğini anlamaya çalışırken, birçoğu evrenin hayatı mümkün kılacak şekilde dizayn edilmiş olduğu sonucuna vardılar. Kendilerinin ateist veya agnostik olduklarını ilan eden bazı kişilerin sözlerini paylaşmak istiyorum.

Bu insanlar Allah’ı arayan dindar kişiler değiller, fakat düşüncelerini şöyle ifade etmişler: Fred Hoyle şunları söyledi, “Bulguları sağduyuyla değerlendirdiğimizde üstün bir aklın fizikle, aynı zamanda kimyayla ve biyolojiyle oynadığını görüyoruz...

Bulguların ortaya koyduğu rakamlarla hesaplamalar yaptığımızda çıkan sonuçlar bu görüşü bence tartışmasız bir şekilde kanıtlıyor.” (Fred Hoyle, "The Universe: Past and Present Reflections." Engineering and Science, November, 1981. ss. 8–12) Stephen Hawking’in çalışma arkadaşı Roger Penrose da şöyle diyor,  Bence evrenin bir amacı var.

Öylesine şans eseri oluşmuş olamaz.” (See A Brief History of Time (1991) film script - springfieldspringfield.co.uk) Şunu net bir şekilde söyleyebiliriz, elimizdeki en güçlü bilimsel deliller evrenin yaşam için tasarlanmış olduğunu göstermektedir. Bu tasarımın kanıtlarını tüm bilim dallarında görmek mümkündür. Evrenin yaşamı destekleyecek şekilde dizayn edildiğini gösteren bu bilimsel alanlara bir bakalım. Üç geniş uzaysal boyuta sahip ve aynı zamanda zaman boyutu da olan bir evrende yaşıyoruz.

Fakat aynı zamanda evren farklı olsaydı, iki veya bir boyuta sahip olsaydı neler olurdu bunu analiz edebiliyoruz. Üç, dört veya beş uzay boyutunu da değerlendirebiliyoruz. Ya da çoklu zaman boyutlarını. Şu soruyu sorabiliriz: Eğer sadece iki uzaysal boyut olsaydı ne olurdu? Yapılan çalışmalara göre iki veya daha az uzay boyutu olsaydı, evren hayatı destekleyecek kadar komplike olamazdı. İki boyutta yaşayan bir hayvan düşünün.

Eğer hayvanın gıdayı alacağı bir yol ve atıkları atacağı farklı bir yol olduğu düşünülürse, iki boyutlu bir dünyada bu yollar hayvanı ortadan ikiye bölecektir. Gıdanın geldiği yönden geri çıkabileceğini söyleyebilirsiniz, ama asıl noktayı kaçırmış olursunuz. İki boyutlu bir uzayda, hayatın gerektirdiği kompleksliği sağlayacak yeterince bağlantı kurmak mümkün değildir. Bu sadece besinin geldiği yoldan gitmesi ile ilgili değildir. Bundan çok daha temel bir gerekliliktir.

Eğer bir veya iki boyutun çok basit olduğunu düşünüyorsanız, peki o zaman daha fazla boyuta sahip olsaydık, bu daha mı iyi olurdu, daha fazla komplekslik mi eklerdi? Bunun da doğru olmadığı anlaşılıyor. Eğer dört, beş ya da daha fazla boyut olsaydı kararlı yörüngeler olmazdı. Bu iki anlama gelir, daha fazla uzaysal boyut olsaydı atomlar kararlı olmazdı. Bu da yaşam için gerekli olan karbon, azot ve oksijen gibi atomların var olmayacağı anlamına gelir. Bu durumda gezegenler de kararlı olmayacak, yıldızların çevresinde kararlı yörüngelerde dönmeyeceklerdir. Ya yıldızlara doğru hızla sarmal yaparak çarpacaklar ya da uzaya savrulacaklardı. Bu durumda üçten fazla uzaysal boyut olması halinde yaşam için gerekli olan iki temel şart yerine getirilemezdi. Yaşam için gereken atomlar var olamaz ve gezegenler de bulunamazdı. Zaman boyutunun sayısının değiştirilmesi ise durumu daha sorunlu hale getirir. Bu şemaya baktığınızda gördüğünüz gibi zaman boyutunun sayısını değiştirdiğinizde, fiziğin bilinemez olduğu yerlere girmiş olursunuz.

Şimdi, şunu söyleyebilirsiniz, ben zaten fizikten anlamıyorum öyleyse fiziğin tahmin edilebilir olması neyi değiştirir? Fakat bunun çok daha temel bir prensip olduğunu görüyoruz. Çünkü eğer fizik öngörülemez olursa, o zaman şu an yapılan ölçümler size geçmiş hakkında hiçbir bilgi vermeyecek, gelecekte olacaklar hakkında da bir fikir edinemeyeceksiniz.

Fiziğin tahmin edilebilir olması hayat için temel bir gerekliliktir. Tüm canlıların çevresini algılayabilmesi gerekir ve bu şekilde yiyeceğin veya tehlikenin nereden geleceğini bilir. Fizik öngörülemez olduğunda bu imkansızdır.

Dolayısıyla yaşam için gerekli olan temel şartlar herhangi bir evrende var olamaz, ancak üç geniş uzaysal boyuta ve bir zaman boyutuna sahip bir evrende bulunabilir. Şimdi dikkatimizi fizik kanunlarına çevirelim. Özellikle de karbon, oksijen ve azotun evrende nasıl var olduğunu bakalım. Bunu anlamak için evrenin zaman içinde nasıl şekillendiğini incelememiz gerekir.

Big Bang kozmolojisinde ilk birkaç dakika sonrasında evrende var olan elementler yalnız hidrojen ve helyumdur. Ayrıca eser miktarda lityum ve berilyum bulunur fakat şu an için bunları dikkate almayabiliriz. Bundan daha ağır tüm elementler örneğin karbon, azot ve oksijen yıldızların içinde üretilir. Bu nedenle Lawrence Krauss’un sözleri bu yönüyle doğrudur, vücutlarımızda bulunan karbon, azot ve oksijen yıldız patlamalarından geriye kalan yıldız tozlarıdır.

Ne var ki bilim adamları yıldızların karbon ve oksijeni nasıl ürettiklerini incelerken yaşamın var olması için üretilmesi gerektiğini düşündükleri miktardan çok azının bulunduğunu gördüler. Ancak çok şaşırtıcı bazı olayların gerçekleşmesiyle bunun gerçekleşmesinin mümkün olabileceğini fark ettiler. Karbon üretiminin bu kadar güç olmasının nedeni karbon atomunun oluşması için üç helyum çekirdeğinin aynı anda bir araya gelmesi gerekmesidir. Karbon, üç proton ve üç nötrondan oluşur. Her bir helyum atomunda da iki proton ve iki nötron vardır. Karbon oluşturabilmek için üç helyumun aynı anda bir araya gelmesi gerekir. Bu aynı anda üç atomun bir araya gelmesini gerektirdiği için son derece yavaş bir tepkimedir.

Ancak bilim adamları daha derinlemesine incelemeye geçtiklerinde karbonun oluşumunda iki önemli faktörün rol aldığını gördüler. Öncelikle iki helyum atomu bir araya geldiklerinde bir berilyum-8 çekirdeği oluşturabilirler. Berilyum-8 kararlı değildir ama bir süre var olmaya devam edebilir. Bu da, karbonun oluşması için sadece bir tane daha helyum çekirdeğinin buna çarpması gerektiği anlamına gelir. Bu iki atomu içeren bir tepkime olduğu için reaksiyon önemli ölçüde hızlanır. Dolayısıyla karbonun oluşturulması için berilyum-8 çekirdeği tepkimeyi hızlandırma görevi yapar. Bununla birlikte, meta kararlı berilyum-8 çekirdeği olsa bile, yıldızlar yeterli karbon üretemeyecekti. Eksik olan bir şey daha gerekiyordu. Bu konuyu araştıran bilim adamları, karbonu yeterli hızda üretebilecek bir çözüm bulunduğunu fark ettiler.

Eğer karbon taban durumunun hemen üzerinde belirli bir enerji seviyesine sahip olursa, bu durumda reaksiyon daha hızlı gerçekleşebilecekti. Ama o tarihlerde karbonun bu enerji seviyesi bilinmiyordu. Fred Hoyle’nin öngörüleri bilim adamları tarafından araştırıldığında gerçekten bunun var olduğu görüldü.

Bu şu anlama geliyordu, kararlı bir berilyum-8 çekirdeği ve karbon için son derece hassas ayarlanmış enerji seviyesi olmadan, evren yaşam için gerekli miktarda karbonu üretemezdi. Fakat evrenin yeterli miktarda karbona sahip olabilmesi için bir harikaya daha ihtiyaç vardı. Eğer karbona bir helyum çekirdeği daha eklenirse, bu oksijeni oluşturur.

Eğer oksijen benzer bir enerji durumunda olsaydı, daha doğrusu oksijenin taban durumunun üzerinde bir enerji seviyesi olduğunda, tüm karbon oksijene çevrilirdi. Bu defa yine evrende karbon kalmayacaktı. Bu durum araştırıldığında oksijenin enerji seviyesinin taban durumunun biraz altında olduğu görüldü. Tüm bunlar üç harikanın gerçekleşmesini zorunlu kılar. Berilyum-8 ancak belirli bir süre kararlı olmalıdır fakat uzun süre kararlı kalmamalıdır aksi takdirde tüm helyumu kullanır. Ancak bir başka helyumu kabul edecek süre boyunca kararlı kalır. Karbonun enerji seviyesinin de tepkimenin hızla gerçekleşmesine imkan verecek düzeyde olması gerekir. Fakat oksijen bu seviyede enerjiye sahip olmamalıdır böylece tümünü hızla tüketmemiş olur.

Tüm bunlar bir arada düşünüldüğünde, bu muhteşem hassas dengeler sayesinde evrende yeterli miktarda karbon ve oksijen bulunduğunu görürüz. Bunların ortaya çıkartılmasında en önemli çalışmayı yapanlardan biri Fred Hoyle olmuştur. Hoyle fizik kanunlarının son derece hassas ölçülere sahip olduğunu görünce üstün bir aklın fizik, kimya ve biyolojiye müdahale ettiğini söylemişti.

Bunları harika kelimesiyle ifade ediyorum, ve evrenin yaşam için gerekli olan karbon ve oksijeni üretecek şekilde dizayn edildiğine inanıyorum. Benzer tasarım özellikleri evrende yaşam için gerekli miktarda hidrojen olmasını da sağlar. Bir kez daha evrenin ilk anlarını düşünürsek, sadece hidrojen ve helyum olduğunu görürüz. Fakat bu ilk anlarda evren hidrojenin birleşip, helyum oluşturabilmesini sağlayacak kadar sıcaktı.

Yalnız bir proton veya nötron eklemek bunun oluşması için yeterli olurdu. Hidrojen bir protondan meydana gelir, aynı zamanda bir proton ve bir nötron ya da bir proton ve üç nötrondan oluşan hidrojen atomları da vardır.

Farklı helyum yapılarını da gözlemleyebilirsiniz, 2 proton ve 2 nötrondan oluşan helyum atomları vardır ve toplamında en fazla dörde kadar çıkabilir. Protonların ve nötronların toplamda 5 parçacık oluşturduğu bir atom bulunmaz.

Çünkü evrenin ilk anlarında bu gerçekleşseydi, evrende bulunan hidrojenin tamamı füzyonla bu ağır elementlere dönüşecekti. Bu demektir ki 5-nükleon veya 8-nükleon içeren bir element bulunmaz.

Ancak bu sayede evrende hidrojen yüksek miktarda bulunabilir, evrende bulunan atomların yüzde 75 kadarı hidrojendir. Eğer 5-nükleon veya 8nükleon yapıda atom bulunsaydı, hidrojenin tamamı bir başka şey ile birleşirdi. Hidrojen bulunmadığında, suyun oluşması mümkün olmayacaktır. Örneğin protonların ve nötronların bir araya gelmelerini belirleyen güçlü nükleer etkileşimi inceleyebiliriz. Yine elektrik yüklerinin birbirleriyle etkileşimlerini belirleyen elektromanyetik kuvvete de bakabiliriz.

Bunu bir şemada incelediğimizde dikkatimizi çeken bir şey vardır. Şu soruyu sormalıyız, “Evrende yaşamın var olması için gereken tüm koşulların hepsi nerede bir araya gelir?” Görünüşe bakılırsa eğer burada aşağıda olursa karbon kararlı olmayacaktır. Yukarıda bu noktaya baktığınızda yalnız ışık hızına yakın hareket eden atomları bulursunuz. Bunlar yaşam için elverişli değildir. Burada yukarıda tüm protonlar birleşecek ve geriye hiçbir hidrojen kalmayacaktı. Tüm bunlar gösteriyor ki bu hesaplamaların tamamını yaptığınızda yaşam için tüm şartları karşılayan tek uygun yer bu küçücük alandır.

Tüm fizik kanunlarının bir araya getirildiği farklı şekilleri düşünsek, bunların içinde yalnız çok küçük bir alanda yaşam için ihtiyaç duyulan elementler meydana gelebilir. Bu bizim hayatı destekleyecek şekilde tasarlanmış bir evrende yaşadığımızı açıkça gösterir. Bu da tasarımın varlığına, evreni bir amaç için var eden bir Yaratıcı’nın varlığına işaret eder. Şimdi evimizi biraz daha yakından inceleyelim. Gezegenimize biraz daha yaklaştığımızda Dünyanın etrafında yörüngesinde dönen Ayın da bir ölçüyle yerleştirildiğinin kanıtlarını görüyoruz.

Geceleri seyredilmesi güzel olmakla kalmıyor, Ay gerçekten önemli. Jüpiter ve Satürn’ün Dünyamızın uydusu Aydan daha büyük olan uyduları var. Fakat ana gezegenin boyutuyla karşılaştırıldığında, Dünyanın uydusu Ay kendi başına bir kategori oluşturuyor. Ayın dev boyutu, Dünyanın yaşama ev sahipliği yapabilmesi açısından son derece önemli.

Ay, Dünyanın dönme eksenini kararlı hale getiriyor. Dünya bir eksen etrafında dönüyor ve Ay ise herhangi bir kayma olmaması için bu dönme eksenini sabitliyor. Ay bu kadar büyük olmasaydı, Dünyanın dönme ekseni kararsız halde yalpalayacak ve sonucunda Dünya üzerinde felaketlerle sonuçlanacak büyük iklim değişiklikleri oluşacaktı. Ay bu yalpalamayı engeller ve Dünya bu sayede milyarlarca yıldır yaşama elverişli bir iklimi koruyabilir. Belki daha da önemlisi ayın büyüklüğü aynı zamanda Dünyada tektonik faaliyetlerin oluşmasını sağlayan  kritik ısıyı temin eder. Depremlerin ve yanardağların kötü şeyler olduklarını düşünebilirsiniz, fakat bunlar Dünya üzerinde iklimlerin düzenlenmesi için hayati olan tektonik faaliyetlerdir. Şöyle ki, Güneşin, Ayın ve Dünyanın arasındaki yerçekimi etkisi Dünyanın iç kısmının esnemesine, genleşmesine ve sıkışmasına neden olur. Bu ısı sonucunda Dünya yüzeyindeki plaka tektoniği gerçekleşir. Bilim adamları Dünyanın bu kadar büyük bir Aya nasıl sahip olduğunu anlamaya çalışırken, Dünyanın ilk zamanlarında dev bir çarpışma gerçekleştiğini fark ettiler. Ama bu çarpışmanın tam doğru zamanda doğru hızda, doğru açıda ve doğru boyutlu bir cisimle meydana gelmesi gerekiyordu. Bu gerçekten olağanüstü bir çarpışmaydı.

Ay “Dünyada yaşam olsun” diye tasarlanmış gibi görünüyordu. Ayrıca Dünyanın da tektonik faaliyetlerin ne çok fazla, ne de çok az yoğunlukta olacak şekilde tam doğru büyüklüğe sahip olduğu anlaşılıyordu. Eğer Dünya daha büyük olsaydı, plakalar çok kalın olacak ve tektonik faaliyet çok az olacaktı.

Eğer Dünya daha küçük olsaydı tektonik plakalar çok daha ince olacak ve tektonik faaliyet çok fazla olacaktı. Tektonik faaliyetlerin tam doğru olmasını sağlayan, tam doğru büyüklükte bir gezegen üzerinde yaşıyoruz. Hücrenin içine baktığımızda gördüğümüz tasarım kanıtlarından da bahsetmek istiyorum. Genetik şifreyi incelediğimizde U, C, A ve G harflerinden oluşan dört bileşenden oluştuğunu görürüz.

Bunların tümüyle detaylarına girmeyeceğim, fakat bilgisayar programlaması açısından konuyu inceleyeceğim. Bu harflerin üçü bir araya gelerek gruplanırlar ve aminoasitlerin nasıl üretileceğini tarif ederler. Üç harfin diziliminde, her bir harfin dört olasılıktan biri olması ihtimali nedeniyle toplamda 64 farklı olasılık vardır.

4 x 4 x 4 ile bu hesaplamayı yaparsınız. Ama yaşam için kullanılan sadece 20 farklı aminoasit vardır. Bu da üçünün farklı kombinasyonlarının aynı aminoasiti üreteceği anlamına gelir. Burada farklı kombinasyonlar olduğunu görüyorsunuz, iki farklı kombinasyon ile fenilalanin, lüsin elde edebiliyorsunuz. Farklı harf kombinasyonlarının yine de aynı aminoasiti ürettiğini görüyoruz. Ayrıca amino asit dizilimleri proteinlerin nasıl katlanması gerektiğini de belirler. Bazen farklı aminoasitler, yine de aynı protein katlamasını yaparlar. Bilim adamlarının sorması gereken asıl önemli soru şudur, “protein doğru katlanıyor mu?”

Bilim adamları ardından şu soruyu da sormalılar, “Bu genetik şifre bazı harflerde mutasyonlar olmasına rağmen proteinlerin doğru bir şekilde katlanmasını ve işlev yapmasını nasıl sağlayabiliyor?”

Mutasyonların gerçekleşebileceği bir ortamda yaşıyoruz. Mutasyonların gerçekleşeceğini kabul ettiğimize göre, genetik şifre yapılması gerekeni nasıl eksiksiz gerçekleştiriyor? Evet bu sorunun en kısa cevabı şu; genetik şifremiz milyonda bir gerçekleşen bir yeteneğe sahip. Aminoasit kodlaması ve protein katlamasındaki aminoasit benzerliği düşünüldüğünde, bilim adamları bu genetik kodun yani bizim genetik kodumuzun, mutasyonların neden olduğu hataları minimuma indirme yeteneğinin resmen 1 milyonda bir olduğunu fark ettiler.

Eğer kaç farklı şekilde hataları düzelten bir genetik şifre yapabileceğinizi sorarsanız, bu ilyonda bir olabilir ayrıca hataları düzeltme yeteneğini de buna eklemeniz gerekir. Sadece çok sayıda katmandan oluşan bir şifrelemeyi yapmakla kalmaz, bilgisayar programcılığı yönünden bakıldığında bir kodlama hatasının düzeltilmesi büyük önem taşır. Özellikle çok gelişmiş programlamalarda görüldüğü gibi çoklu kod satırları tanımlıyorsanız bu bir tasarım olduğunun açık göstergesidir. Tüm bunlardan sonra, DNA ’nın çift sarmal yapısını keşfeden Francis Crick’in şu sözleri aklıma geliyor: “Biyologlar gördükleri şeyin tasarlanmış değil, evrimleşmiş olduğunu sürekli kendilerine hatırlatmalıdırlar”.

Bu sözlere katılmıyorum, bilim adamları evrene baktıklarında her ölçekte son derece hassas dengeler ve tasarımın delillerini görüyorlar. Uzay zamanın yapısında, fizik kanunlarının yapısında ve sağlamlığında, Ayın büyüklüğünde, genetik şifrede ve burada bahsetmediğimiz diğer birçok alanda muhteşem hassas dengeler görüyorlar. Bir tasarım gördüğümüzde, bir “Tasarımcının” var olduğu sonucuna varmak bana çok daha akılcı görünüyor. İşte bu “Tasarımcı” tüm evreni insanlığın yaşayabileceği şekilde yarattı. Şimdi, üçüncü konu ise Dünya üzerindeki kanunlar ve bilimin gereklilikleri üzerine yaptığınız incelemeler.

Bu aşamada bazı felsefi sonuçlara varmanız gerekiyor. Kendinize şu soruyu sormalısınız, “Hangi dünya görüşü tüm bu sonuçları karşılamaktadır?” Bunları hızla değerlendirmek istiyorum, fakat asıl varmak istediğim nokta şu olacak: Hıristiyan inancını inceledim ve bilimsel çalışma yapmak için gereken tüm bu ön koşulları karşıladığını biliyorum.

Bu nedenle, “Bilim benim dünya görüşümü destekliyor” yorumunu yapan herhangi bir kişi kendisine şu soruyu yöneltmeli: “Sizin dünya görüşünüz bilim için gereken tüm ön koşulları karşılıyor mu?” Fizik kanunlarının fiziksel evrenin her noktasında değişmez olması gerekiyor. Evren kendi içinde nesnel bir gerçeklik, sadece bir hayalden ibaret değil. Doğa kanunları belirli bir ölçüye ve düzene uygun hareket ediyorlar. Yunan mitolojisinde Zeus’un kızdığında yıldırımlar fırlatması bilimin temeli değildir.

Fiziksel evren akıllı olmak zorundadır. Dünya ise akılla araştırılması gereken bir varlık, kutsal bir nitelik taşımadığı için ilah edinilemez ve tapınılamaz. Dünya güzel ve değerli bir yer ve üzerinde araştırma yapmaya değer. Siddhartha Gautama’nın sözlerinde gerçek aydınlanmanın dünyadan kopmakla olabileceğini okumuştum.

Evet, eğer dünyadan kopmak istiyorsanız o zaman Dünyanın nasıl çalıştığını öğrenmek için araştırma yapmanıza gerek var mı? Yaratıcı’nın var ettiklerini ve yaratmasını araştırmak için ampirik, deneysel yöntemlere ihtiyacımız var. Allah aslında bu konuda insanlığı teşvik ediyor ve bizlere doğaya egemen olmamızı bildiriyor. Bu gerçek bilimi destekliyor ve ilerletiyor. Aklın kullanılması bilimi Allah’ın ahlak kanunlarının vazgeçilmez bir parçası yapıyor. Belki de en önemlisi insanların evrendeki aklı keşfedecek yeteneğe sahip olmaları. Peki bu durumda ateist olanlar ne düşünüyorlar? Bu konuda CS Lewis’in bir alıntısının konuyu iyi özetlediğini düşünüyorum. “Eğer Güneş Sistemi tesadüfi bir çarpışma ile oluştuysa, o zaman gezegenimiz üzerindeki organik yaşam da bir tesadüf eseridir, ve insanın evrimi de tümüyle bir tesadüftür.

Öyleyse, şu an düşündüklerimizin tamamı da sadece tesadüftür ve atomların hareketinin tesadüfi yan ürünleridir. Bu tüm materyalistlerin ve astronomların aynı zamanda her bir kişinin düşünceleri için de geçerlidir. Eğer düşünceler örneğin materyalizm ve astronomiye ait fikirler yalnız tesadüflerin yan ürünleri ise, o zaman neden bunların doğru olduklarına inanalım? Bir tesadüfün, diğer tüm tesadüfler hakkında doğru bilgi verdiğine inanmam için hiçbir neden yok.” (http://www.goodreads.com/quotes/106602-if-thesolar-system-was-brought-about-by-an-accidental) Eğer beynim yalnız bir tesadüf ise, neden evrenin geri kalan kısmını tanımlayabilsin? Bilim dünyasının ortaya koyduğu tüm bu çıkarımlar ve felsefi önkoşullar göz önüne alındığında, şu sorunun sorulması gerekir: “Hangi dünya görüşü tüm bu sonuçları karşılamaktadır?” İmana dayalı bir dünya görüşünde Allah tüm insanlığı bir amaç için, ahlak kurallarına uygun yaşayacak ve Allah’a tanıyıp ibadet etme isteğiyle yaratmıştır; bu görüş tüm bu sonuçları karşılamaktadır.

Bir bilim adamının, bilimle uğraşması için inançlı olmak zorunda olduğunu söylemiyorum. Fakat söylediğim şu, bilim dünyasının kesintisiz ilerleme sağlaması için bir bilim adamının Allah inancına dayalı bir dünya görüşünü benimsemesi şarttır. Bizler bilimin tarif ettiklerinin, Allah’ın bizlere bildirdikleri ile örtüştüğü bir evrende yaşıyoruz. Bu evren yaşamı destekleyecek şekilde tasarlanmış. Ve içinde yaşadığımız bu evrende Allah inancına dayanan bir dünya görüşü bilimin tüm sonuçlarını karşılıyor. Tüm bunlar bana en son elde edilen bilimsel delillerin veya evrenle ilgili bilimsel anlayışımızın en doğru ve en iyi yaratılışçı bir dünya görüşü ile tanımlandığını ve açıklandığı gösteriyor. Bu gerçekler bizi her şeyin Yaratıcısı, Allah’a ulaştırıyor. Çok teşekkürler.


DEVAMINI GÖSTER

Benzer Eserler